Eugene
Kennedy'nin bir kitabı vardır okudunuz mu bilmem? "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?" farklı bir yaklaşımla ele alınmış güzel bir kitap olmasının yanı sıra günümüz insanını yaşam koşulları nedeniyle kuşku içerisinde bırakan soru ve sorunları dile getiren bir yapıda olması nedeniyle de okunmaya değer bir yapıdadır. Peki biz insanlar neden birbirimizi tam anlamıyla tanıma yollarını aramıyoruz, karşımızdaki değer verdiğimizi düşündüğümüz insanları bütün boyutlarıyla ele alıp tanımış olsak yine sever miyiz? Muamma değil mi? Oysa; karşımızdaki kişiye bir takım değerleri hissettirebilmek için bin türlü haller takınır ve bir takım ifadelerde bulunuruz, hoş bazıları bunu bile yapmaz nedense, ancak derinlerde hissedilen bazı değerler barındırır ve saygı, sevgi, anlayış çerçevesinde tanıma gayreti içerisinde bulunsak birazcık herşey daha farklı olacaktır, kim bilir; belki de daha güzel bir hayat sunmuş oluruz kendimize, daha güçlü bir ışık yaymış oluruz çevremize. E yani neticede her birimiz bir halk ozanı olamayız ki "Yaradılanı seveerim yaradandan ötürü" diyebilelim yada her birimiz bir şair olamayız ki "ne gelir elimizden, insan olmaktan başka" diyebilecek erdemsel bilgeliğe dokunabilmiş olalım.
Kimimiz bir insanı sevebiliyor olmayı gönüllü bir mahkumiyet olarak algılar. Düşündünüz mü peki hiç; bir insanı yani insanın özünü sevmenin temelde ciddi insan ilişkilerine dayalı birşey olduğunu ve bir insanı gerçekten tanımanın ne demek olduğunu? Bir insanı tanımak, sevmek öncelikle sosyal bir iletişim sayesinde, o paylaşımsal iletişimin içinizi ısıtan büyüsüyle oluşan ve büyüyen bir değer olduğunu düşündünüz mü? Okurken bile ne kadar dokunaklı geliyor değil mi? Fakat yazık ki yine de kafanızda o soru beliriyor olmalı "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?" Oldukça zorlu bir sorudur bu ve bir de karşı sorusu vardır aslında tüm o düşünsellik anlarında üstünüze yıkılıveren "Neden benim gerçekliğimi görmezden gelip, hiç tanımamış, hiç anlamamış gibi tavırlar takınıyor" Gerçekten zorlu sorular bunlar, yani bu sorular; bir insanı inciten, yaralayan ve o insanın içinde küçülen değerleri o kadar zorlar ki zamanla yüzünüz kadar kalbiniz de yıpranır ki bir soru daha patlar işte o an "Beni hiç tanımayan, anlamayan birini acaba bu yüzüyle tekrar sever miydim?" yada karşı taraf adına "miydi?" Çok şükür ki; ben kendi adıma bu anlamda oldukça gönül zengini biriyim ve her şeye rağmen minicik bir es verip insan olmayı; tüm anlaşılamama ve yahut gerçekten tanınamama olgularını bir kenara bırakıp yüceltmeyi başarabiliyor olmanın mutluluğunu çevreme yansıtabiliyorum. "Alabiliyor yada alamıyor, benim sorunum değil, kendi bilir" gibi yaklaşımlardan uzak durabiliyor ve o küçük es aralığında kendi adamın etrafındaki dingin sularda yüzerek arınıyor ve bu arınmışlıkla da tekrar kendimi tanıtma ve anlatma çabasına koyulabiliyorum. Doğrusu da bu değil mi? Arınmak.
Peki hayat nedir? Çoğumuz ciddi anlamda irdelemeyiz ne manaya geldiğini, bir insan için ne ifade ettiğini; sadece yaşar gideriz. Beklentilerimiz büyük de olsa, küçük de olsa oldukça uzunca bir süre aramayız anlamını. Hayatınız içerisinde varolan yada olmasını planladığınız şeyler bir yerlerde başlar mutlu olursunuz, bir yerlerde bozuluverir, mutsuz olursunuz. John Lennon'un dediği gibi "Hayat, siz başka planlar yaparak meşgul olduğunuz sırada, size olan şeydir". Sahi öyle mi sizce de? Yaşam sahnesinde hayatın rolünü oynarken; hemencecik o anda oynadığınız anı şekillendirir hayat, anın planıdır yani.
Hadi bakalım konuyu fazla dağıtmadan ilk atladığımız dala tekrar konalım. İnsanı en mutlu eden şeyi bana sorsalar hiç şüphesiz "yaşadığımı hissetmek" derim. Çünkü; anlaşılabildiğimi, sevildiğimi görür ve bilirsem yaşadığımı hissederim. Her normal insanın isteyeceği türden bir şey değil mi bu? Sevgi hissedildikçe büyüyen, küçük ama güçlü halkalar zincirinden oluşur ve kimse asla büyük bir kalabalığın içinde sevgisizliğin derin sularında boğulmayı arzu etmez ve bunu anlayanların tüm çabası da bu yüzdendir. Sevildikçe sever, sevdikçe sevilirsin. Hasıl olan kelam şudur ki; nihayetinde seve seve de ölürsün...
Hayatı ıvır zıvır kurgular üzerine inşa etmenin hiç manası yok. Kurguların gelişi güzel akışına kendisini teslim eden kişi güvensizlik hapishanesinin duvarları arasında sıkışıp kalmakla beraber, farkında bile olamadan "sevilme" ihtiyacının nevrotik teslimiyetinde de bir duvar örmüş olur.
Olmadığın biri olmaya çalışmak; üstüne hiçte yakışmayan bir kıyafetle baloya gitmek gibidir. Üstüne yakışanı giyip, yeri geldiğinde de çırılçıplak olmayı bilmektir kendin olmak. Sevabıyla, günahıyla hatta yeterlilik ve yetersizliklerimizle kendimiz olmak.
Çok sevdim ben bunu, bir kez daha sormak istiyorum. "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?"
Hakan POLAT (HKNPLT)
Kimimiz bir insanı sevebiliyor olmayı gönüllü bir mahkumiyet olarak algılar. Düşündünüz mü peki hiç; bir insanı yani insanın özünü sevmenin temelde ciddi insan ilişkilerine dayalı birşey olduğunu ve bir insanı gerçekten tanımanın ne demek olduğunu? Bir insanı tanımak, sevmek öncelikle sosyal bir iletişim sayesinde, o paylaşımsal iletişimin içinizi ısıtan büyüsüyle oluşan ve büyüyen bir değer olduğunu düşündünüz mü? Okurken bile ne kadar dokunaklı geliyor değil mi? Fakat yazık ki yine de kafanızda o soru beliriyor olmalı "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?" Oldukça zorlu bir sorudur bu ve bir de karşı sorusu vardır aslında tüm o düşünsellik anlarında üstünüze yıkılıveren "Neden benim gerçekliğimi görmezden gelip, hiç tanımamış, hiç anlamamış gibi tavırlar takınıyor" Gerçekten zorlu sorular bunlar, yani bu sorular; bir insanı inciten, yaralayan ve o insanın içinde küçülen değerleri o kadar zorlar ki zamanla yüzünüz kadar kalbiniz de yıpranır ki bir soru daha patlar işte o an "Beni hiç tanımayan, anlamayan birini acaba bu yüzüyle tekrar sever miydim?" yada karşı taraf adına "miydi?" Çok şükür ki; ben kendi adıma bu anlamda oldukça gönül zengini biriyim ve her şeye rağmen minicik bir es verip insan olmayı; tüm anlaşılamama ve yahut gerçekten tanınamama olgularını bir kenara bırakıp yüceltmeyi başarabiliyor olmanın mutluluğunu çevreme yansıtabiliyorum. "Alabiliyor yada alamıyor, benim sorunum değil, kendi bilir" gibi yaklaşımlardan uzak durabiliyor ve o küçük es aralığında kendi adamın etrafındaki dingin sularda yüzerek arınıyor ve bu arınmışlıkla da tekrar kendimi tanıtma ve anlatma çabasına koyulabiliyorum. Doğrusu da bu değil mi? Arınmak.
Peki hayat nedir? Çoğumuz ciddi anlamda irdelemeyiz ne manaya geldiğini, bir insan için ne ifade ettiğini; sadece yaşar gideriz. Beklentilerimiz büyük de olsa, küçük de olsa oldukça uzunca bir süre aramayız anlamını. Hayatınız içerisinde varolan yada olmasını planladığınız şeyler bir yerlerde başlar mutlu olursunuz, bir yerlerde bozuluverir, mutsuz olursunuz. John Lennon'un dediği gibi "Hayat, siz başka planlar yaparak meşgul olduğunuz sırada, size olan şeydir". Sahi öyle mi sizce de? Yaşam sahnesinde hayatın rolünü oynarken; hemencecik o anda oynadığınız anı şekillendirir hayat, anın planıdır yani.
Hadi bakalım konuyu fazla dağıtmadan ilk atladığımız dala tekrar konalım. İnsanı en mutlu eden şeyi bana sorsalar hiç şüphesiz "yaşadığımı hissetmek" derim. Çünkü; anlaşılabildiğimi, sevildiğimi görür ve bilirsem yaşadığımı hissederim. Her normal insanın isteyeceği türden bir şey değil mi bu? Sevgi hissedildikçe büyüyen, küçük ama güçlü halkalar zincirinden oluşur ve kimse asla büyük bir kalabalığın içinde sevgisizliğin derin sularında boğulmayı arzu etmez ve bunu anlayanların tüm çabası da bu yüzdendir. Sevildikçe sever, sevdikçe sevilirsin. Hasıl olan kelam şudur ki; nihayetinde seve seve de ölürsün...
Hayatı ıvır zıvır kurgular üzerine inşa etmenin hiç manası yok. Kurguların gelişi güzel akışına kendisini teslim eden kişi güvensizlik hapishanesinin duvarları arasında sıkışıp kalmakla beraber, farkında bile olamadan "sevilme" ihtiyacının nevrotik teslimiyetinde de bir duvar örmüş olur.
Olmadığın biri olmaya çalışmak; üstüne hiçte yakışmayan bir kıyafetle baloya gitmek gibidir. Üstüne yakışanı giyip, yeri geldiğinde de çırılçıplak olmayı bilmektir kendin olmak. Sevabıyla, günahıyla hatta yeterlilik ve yetersizliklerimizle kendimiz olmak.
Çok sevdim ben bunu, bir kez daha sormak istiyorum. "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?"
Hakan POLAT (HKNPLT)
Yorumlar
Yorum Gönder