Şevket Süreyya Aydemir. Suyu Arayan Adam
Savaşın ara verdiği o günlerde Anadolu köylerinin ve
kasabalarının mahsulü olan bu Anadolu askerinin, o zamana kadar hiç
bilmediğimiz, kitaplarda yazılı olmayan, talimgâhlarda öğretilmeyen vasıflarını
tanımak, milletin bu büyük parçasının ruhu ve tabiatı hakkında her gün yeni bir
şey öğrenmek, bana düşman cephesinde veya düşman gerilerindeki keşiflerden daha
önemli görünüyordu.
Bu ruhun ve bu tabiatın okunması, milleti teşkil eden bu
insanların, bir bakışta göze çarpmayan iç hallerinin, bilinmeyen bir kitabın
sayfaları gibi yaprak yaprak açılması, benim için yeni ve gerçekten çekici bir
şeydi.
Burada biraz değinmeye çalışacağım bu görüş ve incelemeler,
eski Osmanlı devletinin son devrine, yani imparatorluk Türkiyesi'ne aittir. Bu
görgü ve hükümlerimin, bugünkü Cumhuriyet kuşakları ve Cumhuriyet Türkiyesi ile
elbette ki benzerliği yoktur. Kaldı ki, bunları burada, birer küçültücü
müşahede olarak da kaydetmiyorum. O zaman harp içinde ve orduda vazife alan
okur yazar gençler ve genç yedek subaylar için; milletin öz maddesi olan
Anadolu köylüsü ve köylünün iç alemi ile bu çetin ve çıplak tanışma, mutlu bir
hadise olmuştur. Milli Mücadele’deki yan yana kan ve silah arkadaşlığıyla
kuvvetlenen bu kaynaşma, bugünkü millet birliğinin, ilk başlangıcıdır. Çünkü
ondan önce halk ile, halkın içinden yükselen okur yazarlar arasında müşterek
olan hiçbir şey yoktu.
O zaman benim anlayabildiğime göre, bizim askerler, teker
teker, ferd olarak, dikkate değer birer varlık olmaktan ziyade, bir topluluk,
bir küme unsuru idiler. Bu küme, bu toplum içinde her şeye kolayca ayak
uydurabiliyorlardı. Fakat bunlardan herhangi biri topluluktan ayrılıp da tek
başına kaldığı zaman, kendi teşebbüs kudretiyle, müstakil bir hareket yolu
tayininden hemen daima aciz kalırdı. Topluluk içinde, yahut da toplulukla
ilgili işlerde daima, tabi olacağı, arkasından gideceği bir önder arardı. Bu
hal, harbin kıta içinde idaresine sık sık tesir ederdi. Çavuşun, subayını,
yahut kendini idare edeni kaybeden bir asker topluluğu kolayca dağılabiliyordu.
Tehlikeli zamanlarda bir birlik, dikkatle yayılacağı ve birbirinden açılacağı
yerde, bilakis birbirinin üzerine ve hemen daima, kendini idare edenin
bulunduğu tarafa toplanmak, yığılmak meyli gösteriyordu.
Tek başına kalan askerin toplumla olan ilgisi hızla
silinirdi. Bunlardan biri, örneğin bir yolun ağzında, bir kayanın başında, tek
başına nöbete bırakıldığı zaman derhal kendi öz benliğine dalardı. O zaman bir
an içinde, birlik disiplininin hemen dışına çıkardı. Kendi merasında, kendi
tarlasında tek başına bir köylü oluverirdi. Bu gibi hallerde en dayanamadığı
şey uykuydu. Düşman ve ölüm tehlikesini ileri sürmekle onu uykudan önlemeye
çalışmanın hiçbir faydası yoktu. Çünkü bu askerler ölüme karşı cesur olmaktan
ziyade, ölüm hakkında ilgisiz ve bilgisizdiler. Ölümü, yaşamak gibi basit ve
tabii sayıyorlardı. Tehlike anlamına ise, şuurlarında hiç yer vermiyorlardı.
Uyku için hiçbir hazırlığa ihtiyaç duymazlardı. Bir dakika,
hatta bir saniye içinde uykuya dalabilirlerdi. Bazen onları uyanık sandığımız
zamanlarda bile, uyumuş olurlardı. Siperin gerisinde, silahı elinde, gözleri
ileride ve sizin her şeyin yolunda gittiğinden emin olduğunuz bir anda,
güvendiğiniz bir nöbetçi derin uykulara dalmış olabilirdi. Bir topluluk içinde
ve bozulmayan bir kumanda altında her şeyi yaptırabileceğiniz bir insanın, tek
başına kalınca, toplum duygusundan bu kadar uzak oluşu, insanı şaşırtan bir
haldi. Burada belki harbin sebep olduğu talim ve terbiye noksanının da etkisi
vardı. Ama topluluk içinde var oluş, Anadolu halkının herhalde öz bir vasfı
idi.
O sıralarda savaş biraz tavsamıştı. Bölüklerin mevcudu,
arkadan gelen yeni kur’alarla arttırılıyordu. Bugün, ordunun bilgi yapısında,
Birinci Dünya Harbi'ndeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir.
Fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan
başka okuma-yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki, bu bölükte,
hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece
dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum:
-
Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden; “Elhamdü-l-illah
Müslüman’ız” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar
karıştı. Kimisi “İmamı azam dinindeniz” dedi, kimisi “Hz. Ali dinindeniz” dedi.
Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada “İslamız” diyenler de çıktı ama
“peygamberimiz kimdir?” deyince onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez
peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi; “Peygamberimiz Enver Paşa’dır”
dedi. İçlerinden peygamberimizin adını duymuş olan bir kaçına da;
“Peygamberimiz sağ mı, ölü mü?” deyince iş yine çatallaştı. Herkes aklına gelen
cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafı tuttu. Fakat birisinin
kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer
tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
Peygamberimiz sağdır diyenlere; “o halde peygamberimiz hangi
şehirde oturur?” diye sordum cevaplar tekrar karıştı. O’nu İstanbul’da, Şam’da,
yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
Peygamberimiz ölmüştür diyenlere de; “Peygamberimiz ne kadar
zaman evvel ölmüştür?” denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene
önce, beşyüz sene önce bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler
oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din
ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi.
Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların
da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz
kıldıklarını bir türlü anlayamadılar. Sonra; “Köyünde cami olanlar ayağa
kalksın” dedim. Gerçi köylerinde cami
olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini
bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı.
Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kur’an ezberlettirilmeye
çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören
kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir
parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar,
mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler. Fakat asıl
şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu
askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da
bilmiyorlardı.
“Biz Hangi Milletteniz?” deyince
her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen “Estağfurullah!...”
diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk'tük. Bu ordu
Türk ordusuydu. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra
son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.
Fakat ne çare ki bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca
“Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş
demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onu her halde kötü bir
şey sanıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılbaş oldukları halde
böyle görünüyorlardı. Anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş
oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakiki saf Türk aşiretler
halkı, Oğuz Türkleri'ydiler. Demek ki korku hala yaşıyordu. Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu
bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını,
padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de
bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası,
vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz,
köksüz, şekilsiz ve yanlıştı. Bölüğü
yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir
kısmı, kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı
erler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları
düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi
büsbütün karıştıranlar da oldu… Böyle bir toplum, bu harbi elbette ki ruhen
isteyerek benimsemiş olamazdı…
İşe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. Önce isimlerden
başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini
öğretmeye giriştik. Sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip
birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. Anlaşılıyordu
ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve
mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. Ama ne de olsa bunlar cahil
Müslüman'dır diyordum. Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus
kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “İslam” kaydına bakmayarak, bu
kalabalığın içinde bir sıra birbirini tutmaz dinler, yahut din tortuları,
mezhepler, inançlar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin
ruhlarına köksüz inançlar, olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına
köksüz inançlar, vehim, şüphe ve geçmişin tortuları hakimdir. Hatta bir aralık
inandım ki, bölükte hiç olmazsa, aslını bilmeden de olsa kendini “İslam” sayanlar,
çoğunlukta bile değildir.
Bu sonuçlara varınca, elimdeki silahın sağlamlığına
güvenemeyen bir şövalye gibi, harbin neticesine ve memleketin geleceğine olan
güvenini, zaman zaman duman bürüdüğü oluyordu. Harbi ruhen benimsemeyen, nerede
ve niçin harp ettiğini bilmeyen, hatta kendi varlığının cahili olan
askerlerimle uğraşırken, onlara acımakla, onları yadırgamak arasında bazı ruh
çatışmaları duyardım: “Bu insanlar neye yarar” derdim. Bu adamlarla, bu
birbirini tutmayan, birbirine yapışmayan insan malzemesiyle hangi toplum yapısı
düzenlenebilir? Ancak disiplin kıskacı içinde savaşıyorlar ve ölüyorlar
demektir. Bu şehit künyesi diye askerlik şubesine gönderdiğimiz isim, belki de
hakikatte yakalanmış bir asker kaçağının uydurma adıdır. Galiba biz kendimizi
aldatıyoruz. Galiba ilerimizde Turan’ı kurmak isterken, gerçekte, arkamızdaki
Türkiye bile bizim değil. Hatta ilk iş, belki de Turan’dan önce Türkiye’yi
kurmak ve kazanmak...
Yorumlar
Yorum Gönder